Ertesi gün Manhattan’ı gezmeye başladım ve benim için Manhattan Günleri resmi olarak başlamış oldu. Her yerde türkçe duyuyordum ve Türkçe duyduğum anda insanlarla tanışmaya çalışıyordum fakat tepkiler beklediğimden çok farklıydı.
Yazıma geçmeden önce facebook sayfamı şu linki tıklayarak beğenmeyi ve youtube kanalıma abone olmayı unutmayın. Bloguma abone olursanız yeni yazılarımdan ilk siz haberdar olursunuz. Yazımın bundan önceki bölümünü okumak için tıklayınız!
Manhattan Günleri – Türkler
Hemşerilerim önce yüzlerini buruşturuyorlar ve genelde tek cümlelik cevaplar ile beni geçiştirmeye çalışıyorlardı. Açıkçası pek anlam veremiyordum bu tavırlara şuanda veriyorum aslında, maalesef adamlar bir bakıma haklı burada başınıza ne geliyorsa Türkler yüzünden geliyor. Bir süre sonrasında ders alıyor ve Türklerden mümkün olduğunca uzak durmaya ancak ve ancak kendi arkadaş grubunuzdaki Türklerle muhatap olmaya başlıyorsunuz. Ama ilk geldiğimde bu durum gerçekten çok garip gelmişti. Ama bu sorun bile değildi olamazdı da zaten. Amerika’da New York’ta hayallerimin şehrindeydim. Filmlerde gördüğüm bir yeri kendi gözümle görme şansım vardı.
Sabah ilk olarak bir Mahattan haritası edindim, ve Central parkın yerini sordum resepsiyondaki kadına. Kadın metro ile gidebileceğimi yada yürüyebileceğimi söyledi, 20 blok olduğunu belirtti. Şehri görmenin en iyi yolunun yürümek olduğunu biliyordum ve ağzım açık hayran hayran bakarak central parka doğru yürümeye başladım. Tüm binalar çok yüksekti şehir çok düzenli ama inanılmaz pisti. Çok gürültülü bir trafik, sürekli bir yerelere koşuşan insanlar, garip giyinişli turistler nerdeyse gördükleri herşeyin fotoğrafını çeken asyalılar arasında, kulağımda sting’in “English Man in New York” yorumu eşliğinde central parka doğru yürümek şuanda geriye dönüp bakınca çok keyifli bir andı aslında.
Manhattan Günleri – A Turkish Man In New York
Central park şaşırtıyor insanı, hele bir de açık havada bir bahar günüyse inanılmaz keyifli bir yer central park. Şehrin gürültüsüyle uğraştıktan sonra, o karmasının koşturan insanların içinden , kocaman bir parka adım atıyorsunuz. Yemyeşil çok güzel bir park burası, insanların koştuğu bisiklete bindiği, at arabalarıyla, yada pedicapler ile gezdiği, çimlerde oturdu, çeşitli sporların yapıldığı, müzik, yoga, dans, spor ve aynı zamanda huzurun olduğu Manhattan’ın cenneti burası.
Bu parkı görmek her mühendis, mimar ve şehir planlamacı için zorunluluk olmalı bence. Bu bina yığınları içinde yeşil alan ama şehri unutacağınız büyüklükteki yeşil alan pahabiçilemez.
Çok kıskandım açıkçası bu parkı. Neden bizim şehirlerimiz bu şekilde değil, neden biz heryere AVM yapıyoruz diye düşündüm. Ama iki ülkenin gelişmiklik düzeyleri, doğaya saygıları, yaşam koşullarına verdikleri değereler çok farklı, ve maalsef insan sadece central parkı gezerek bu farkı anlayabiliyor.
O sabahı sadece central parka ayırdım, yürüdüm, bisiklet kiraladım, banklarda oturdum, çimlere yayıldım, oranın elimden geldiğince tadını çıkarttım.
Manhattan Sokakları
Turist olmak güzeldi ama green card dolayısıyla yapmam gereken işlemler vardı. Sosyal sigorta numarası almak mesela. Bunun için adres gerekiyordu bir ev olmasa bile posta kutusuna ihtiyacım vardı. İnternetten posta kutusu satan bir şirket buldum. Onların bu hizmetini satın aldım, böylece bir adresim olmuş oldu. Sosyal sigorta ofisine gittim çok uzun bir sıra ile karşılaştım. Sonunda tanıdık bir manzara ile karşılaştım. Devlet dairesine geldik, sıra beklemeye başladım, ama çok hılzı ilerledi.Bir memur bana yardımcı oldu, ama ilgi, güler yüz ve hizmet farklıydı memleketimden.
Bu işleri halelttikten sonra, acıktığım fark ettim ve amerikan yemeklerin denemek istedim. Önüme çıkan bir restaurant a girdim fakat mekan yunan lokantasıydı, New York’ta Yunan yemeklerini denemek kısmet oldu kısacası, çok da güzeldi. Yemekten sonra times meydanına döndüm ve oturup etrafı izlemeye başladım. Yanımda oturan insanların Türkçe konuştuğunu fark ettim ve selam verdim, kötü tepki almadım çünkü yanımda ki kişi İngiltere’de yaşayan bir Türk’tü. Orada turistti yani.
Bir süre muhabbet ettikten sonra tekrar sokaklarda dolaşmaya başladım. Aklımda kendimce bir planım vardı, bu plana göre, Manhattan’da mutlaka yapmam gerekenler şöyleydi, Özgürlük anıtına gidecektim, Brodaway oyunu izleyecektim. Empire State binasına çıkacaktım, (çok komik alsında bu suan baktığımda, çalıştığım şirketin ofisi Empire State binasında, yani ilk New York seyehatimde mutlaka görmem lazım dediğim binaya iş için gitmek zorunda kalıyorum). Wall Street’i görecektim. 5. Caddede vakit geçirecektim.
Aslında bu listeye bakınca İstanbul’un değerini anlıyorum, Ne kadar çok görülecek yer var değil mi ülkemizin, Manhattan yapmam gereken şeyler iki elin parmaklarını geçmiyor.
Broadway Zamanı
Akşam için bir brodway showuna gitmeyi düşündüm. Bir sokakta Mamamia isimli oyunu gördüm ve bilet gişesine gidip o akşam için bilet olup olmadığını sordum, Bilet vardı fakat fiyatı. 235 dollardı bir bilete bu kadar para vermek hele de işsizken saçma bir davranış olsa da, o an aklımda geçen büyük ihtimalle bu şehre tekrar gelmeyeceğimdi. Bu yüzden bileti aldım.
Neden mi bir daha gelmeyeceğimi düşünüyordum? Çok basit bir yanıtı var aslında. Bu şehir bana ait değildi , ve ben de bu şehire ait değildim. Hiç arkadaşım yoktu, kalacak yerim yoktu, işim yoktu, bu pahalı hayatı devam ettirecek kazancım yoktu. Elbette iş arıyordum ama inanın cv gönderdiğim yerlerden geri dönüş bile alamıyordum, elbette yapabileceğim işler vardı… Garsonluk, limuzin şoförlüğü, pizza dağıtımı, belki bir kafe de barista olmak, ama bunların bana göre olmadığını düşünüyordum.
Bu şehirde yaşamak hayalim olsa bile bu şehir, bu ülke de bana saygı duymak zorundaydı, ve Amerika Birleşik Devletleri benim eğitimimine deneyimime malesef değer vermiyor saygı duymuyordu.
En fazla sorulan soruya yanıt için Amerika’ya Nasıl Yerleşirim yazıma buyrun.